Geçtiğimiz aylarda Ayasofya Müzesinin camiye dönüştürülmesi gündeme geldiğinde, Ayasofya’nın ancak din temelli bir devlet düzenine geçilirse tekrar ibadete açılabileceğini; daha doğrusu Ayasofya ibadete açılırsa, laik sistemin bir sembolünün daha yıkılacağını ve Türkiye Cumhuriyetinin laik temellerinden birini daha kaybetmiş olacağını söylemiştik. Cuma günü Danıştay 10. Dairesinin, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine ilişkin 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesiyle bu kritik eşik aşılmış oldu.
Öncelikle hukukçuların görüşü, geçmişte verilmiş kesin bir hükmün Danıştayı maşa gibi kullanarak bu şekilde iptal edilmesinin hukuka aykırı olduğu yönündedir. Tam da 10 Temmuz Dünya Hukuk Gününde Danıştayın söz konusu kararı verme şekli ve şaşırtıcı hızı, Anayasanın ve hukukun yürürlükte olmadığının kanıtıdır. Ülke ve genel coğrafya itibarıyla zorlu süreçlerden geçtiğimiz ve toplum olarak yeterince ayrışmış olduğumuz böyle bir dönemde yeni bir bölünmeye yol açacak bu kararın tek bir açıklaması olabilir: İktidar kaygısı. Toplumsal talep olmadığı halde bu kararın verilmesi tamamen siyasidir, nitekim İstanbul’daki cami sayısı halkın ihtiyaç duyduğunun katbekat üstündedir. AKP hükümeti, gitgide eriyen tabanını geri kazanmak ve destekçisi olan tarikatların taleplerini karşılamak için, her zamanki gibi dini kullanarak toplumda yapay bir gerilim yaratma çabasındadır. Azılı suçluların devlet eliyle serbest bırakıldığı, gazetecilerin ve aydınların susturulduğu, yargının bağımsızlığı için direnen baroların sokaklarda adalet dilencisi haline getirildiği, insanların geçim sıkıntısı yüzünden intihar ettiği, özgürlüklerin kısıtlandığı ve sosyal hayatın her alanında travmatik sorunların yaşandığı bir ortamda, evrensel ve kültürel bir miras olan Ayasofya’yı camiye dönüştürmek, tüm bu sosyoekonomik sorunları çözümsüzlüğe terk eden bir siyasi iktidarın çaresizliğine işaret etmektedir.
UNESCO direktörü Audrey Azoulay ise yaptığı yazılı açıklamada, “Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin Ayasofya’nın statüsünü değiştirme girişimlerini kaygıyla izlediklerini” duyurmuş, “yüzyıllardır Avrupa ile Asya arasında köprü işlevi gören ve diyaloğun bir sembolü haline gelen Ayasofya’nın, aynı zamanda mimari bir şaheser olduğunu ve Dünya Mirası Listesinde bulunduğunu” belirtmiştir. Devletler, bu tip değişiklikler yapmadan önce Unesco Miras Komitesine haber vermekle yükümlüdür ve bu yükümlülüğün amacı da evrensel mirası korumak ve diğer nesillere aktarabilmektir.
Ama hepsinden önemlisi, Ayasofya’ya yapılacak her türlü müdahalenin, yalnızca bu tarihi eserin mimarisine değil Cumhuriyetimizin temeli olan laiklik ilkesine de yapılmış açık bir saldırı olmasıdır. Geçmişte Ayasofya’nın ibadete açılması gündeme geldiğinde “Önce Sultan Ahmet’i doldurun, ondan sonra ona bakarız. Ayasofya’yı yeniden camiye çevireceklermiş. Bu can bu tende oldukça bu millet asla buna müsaade etmez” diyenler, bugün oy devşirmek için değerli bir kültürel bir mirası yok etmeye çalışmaktadır.
Siyasi çıkar kaygısıyla tutulan bu yolun bir çıkışı yoktur! Laiklik ilkesine karşı girişilen “kutsal savaşta” safları sıklaştırmak ve taraftar kazanmak için yeni gerekçeler üretenler, tarihin akışına karşı yüzerek aslında sadece kendilerini bitirmektedir. Zira tek bir kişinin yönetimi, tek bir fikrin hâkimiyeti ve fetihçi, cihatçı politikalar asırlar öncesinde kalmıştır. Böyle bir tektipçilik girişiminde bulunanlar eninde sonunda kaybetmeye ve gelecek nesillerden yüzlerini saklamaya mahkumdur.
En büyük ihtiyacımız, insan haklarının yasalarla korunduğu bir hukuk devletidir ve onun temeli de, Anayasamızda belirtildiği gibi laik ve sosyal bir hukuk devleti olmaktan geçer. 21. yüzyılda Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi kararını, laikliği alt etmiş ve “kâfirleri” bozguna uğratmış gibi kendinden geçercesine ayakta alkışlamak trajikomiktir. Bu alkışlar, kandırılmış bir halka işaret eder ve onulmaz bir yenilginin ayak sesleridir.