“Kurban etme” kavramı insanlık kültürüne, yerleşik ve tarımsal yaşam biçimiyle birlikte girmiştir. İlkel insan için kurban, verdiğinden fazlasını almayı umarak mal varlığından feragat etmesi demekti. İnsan, bu kurban inancına bitki (tahıl) üretimini gözlemleyerek vardı. Zira tahıl üretiminde toprağa sunulan bir avuç tane, hasat zamanı bin avuç olarak geri dönüyordu. Bu kurban geleneği, insanın doğayla oynadığı ve sonsuza karşı sınırlının kaybetmesi mukadder olan ilk mistik kumardı. Belki de vazgeçilmesi imkânsız, kötü bir alışkanlıktı.
Bereketli yıllarda, insanın doğanın yerine koyduğu tanrılara bir teşekkür niteliğinde olan kurban ritüeli, kıtlık ve kuraklık dönemlerinde tanrıların “gazabını” dindirmek ve onlardan af dilemek için bir vesile haline geliyordu. Bitkisel gıda üretiminin yanına hayvansal gıdalar da eklenince, artık hem kendisinin hem de bir çeşit mal varlığı olan hayvanlarının karnını doyurma yükü insanın omuzlarına binmişti. Nitekim bereketsiz mevsimlerde hayvanlar da aç kalıp telef oluyordu. Hele ki yerleşik/göçer farklılaşmasının ardından sadece hayvansal gıda üretimini seçen göçer çoban toplulukları, kurak geçen senelerde köylerdeki tahıl üreticilerine göre daha büyük bir yıkıma uğruyordu. Bundan dolayı kurban kanı, kurak geçen mevsimlerde tanrıların hiddetini söndüren suyu sembolize ediyordu.
Bireysel bir arzuyu dindirmek uğruna bir canlıyı kurban etmek, insanın doğayı (ve hayalindeki doğaüstü varlıkları) kendi istekleri doğrultusunda şekillendirme ihtiyacından doğar ve doğa kitabını dilediği gibi tahrif etmesini sağlar. İnsanın yalnızlığını bastırmak için yarattığı tanrılar ve varoluş ıstırabını dindirmek için yarattığı dinler, doğada o an için açıklanamayan olgulara kolay yoldan açıklama sunması bakımından kullanışlı, ancak kullanışlı olduğu kadar da körleştiricidir. Hakikate ulaşma çabalarını hedeften saptırarak, bu yolu seçenleri fanatik bir mistiğe dönüştürür. İnsanın bir diğer özelliği de ölümlülüğünün farkında olması ve bu nedenle yaşamdan çok ölüme, dolayısıyla öldürme eylemine ilgi duymasıdır. Herhangi bir dine, etnisiteye, ideolojiye veya grup bilinci içeren benzeri kavrama tutunmadan yaşamak, insan için her zaman zor olmuştur; çünkü aklı ve empatiyi temel alan böyle bir yaşam biçimi, yarattığı farkındalıkla varoluşsal bir ıstıraba yol açar. Bu ıstırabı sahte de olsa dindiren dini inançlar, insanın yalnızca başkalarıyla değil kimi zaman kendisiyle ve inandığı tanrılarla da savaşmasına yol açar.
İbrahim’in oğlunu Tanrı’ya kurban etme miti, insanın kendi eliyle kutsiyet kattığı bu savaşta kendi yarattığı tanrıya yenik düştüğünün göstergesidir; insan bilincinin inançla fethi, varlığının işgali ve aklının kurban edilişi anlamına gelir. Zira tarih boyunca merkezileşen ve tekilleşen, insandan ve doğadan gitgide uzaklaşıp göklerdeki kudretli bir hükümdara dönüşen tanrı kavramı, aslında insanın kendi aklını yine kendi aklının ürettiği kavramlara kurban etmesinden başka bir şey değildir.