Geçtiğimiz ay, Amasya Serdar Zeren İlkokulu 4. sınıf rehber öğretmeni M.T., bağımlılıkla mücadele eğitimi sürecinde “Dengeli beslenme ve uyku düzeni” konulu rehberlik çalışmasında bir öğrenciye verdiği yanıttan dolayı skandal bir soruşturmaya maruz bırakıldı.
Cumhuriyet gazetesinden Mehmet Menekşe’nin aktarımına göre, bir öğrencinin sınıfta “Peygamber efendimiz gündüzleri iki saat uyurmuş” demesi üzerine, öğretmen M. T. şöyle yanıt verdi: “Çocuklar, içinde bulunduğumuz çağla bundan yıllar öncesi arasında farklar bulunmaktadır. Uyku ve dinlenme ihtiyacı bireylerin yaşlarına ve yaşadıkları ortama göre, gün içindeki tempolarına göre farklılık göstermektedir. Sizlerin gün içerisinde hem sosyal hem akademik hem de zihinsel olarak en üst düzeye ulaşabilmeniz için en ideal olan akşam 22.00 ile sabah 08.00 saatleri arası uykuda bulunmanız.” Bunun üzerine öğrenci, öğretmenini Amasya İmam Hatip Lisesi Okulu Müdürü olan babası Abdullah Avcı’ya anlattı. Avcı’nın öğretmenden şikâyetçi olması ve mevkidaşı H. Kaykana’nın da durumu İl Milli Eğitim Müdürlüğüne bildirmesi üzerine, öğretmen hakkında “İnanca ve peygambere saygısızlık yapmak, öğrenciye travma yaşatmak, dini değerleri aşağılamak” suçundan soruşturma başlatıldı.
Bu ve benzeri olayların her geçen gün arttığı ve Anayasaya göre laik ve sosyal bir hukuk devleti olması gereken ülkemizde, dinselleşmenin eğitim sistemine bir zehir gibi zerk edilişini ele alacağız.
4+4+4’ten dindar ve kindar nesle…
4+4+4 eğitim sistemine geçişle birlikte eğitimde dinselleşmenin iyice yaygınlaştığını, Eğitim-İş ve Eğitim-Sen gibi konunun uzmanı eğitim sendikalarının yürüttüğü raporlarda gördük.
İlk zamanlar Hizmet Hareketi adı altında, Milli Eğitim sistemi içinde her talepleri yerine getirilen; dershane, özel okul ve devlet okulu demeden her alanda hakim kılınan paralel dini yapılanma, darbe girişimi sonrasında FETÖ’cü ilan edilip eğitimden uzaklaştırıldı. O günlerde bu dinci yapılanmalar konusunda yılmadan uyarıda bulunan eğitim sendikaları, uyarılarına bugün de aynı şekilde devam ediyor. FETÖ tasfiye edildi; ama onun yerine başka dini yapılanmalar, eğitim sistemine sokulmaya devam ediliyor.
3 Mart 1924 yılında yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat (Eğitim Birliği) Kanununun ikinci maddesinde, “İslâm Dini İşleri ve Vakıflar Bakanlığı veyahut özel vakıflar tarafından yönetilen tüm medrese ve okullar Millî Eğitim Bakanlığına devredilmiş ve bağlanmıştır” ibaresi yer alır. Bu madde, dinci ve gerici cemaat ve tarikatların vakıf adı altında çocuklara musallat olmasını engelliyordu. Lakin artık Eğitim Birliği Kanunu da, tıpkı Anayasamızdaki laiklik ilkesi ve Türk Milli Eğitim Temel Kanunun 2. ve 4. maddeleri gibi fiilen yürürlükten kalkmıştır. Diyanet eğitim kurumlarına kadar girmiş; müfredat adeta medrese müfredatına dönüştürülmüş ve vakıf/dernekler yoluyla pek çok dinci-gerici cemaat ve tarikat devletin eğitim yuvalarına sızmıştır. Üstelik bu dinci yapılanmalar sadece eğitim yuvalarına sızmakla kalmamış, merdiven altı koşullarda —ve Eğitim Birliği Kanununa aykırı bir şekilde— Kuran Kursu, Yaz Kampı vb teşkilatlar aracılığıyla müfredat dışı eğitim ve öğretim faaliyetlerine başlamıştır.
Cumhuriyet Gazetesinden Zülal Kalkandelen, “MEB, Anayasaya Aykırı Davranıyor” başlıklı köşe yazısında, yüksek mahkemelerin kararlarına rağmen ENSAR ve TÜRGEV gibi vakıfların iptal edilen protokollerinin MEB ve MEB’e bağlı İl Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından okullarda ısrarla uygulanışını kronolojik olarak anlatır ve yazısını şu sözlerle bitirir: “Türkiye’deki en hayati mücadele nedir diye sorarsanız, eğitimdeki dincileşmeye karşı verilen mücadele derim.” Anti-seküler kesim de bunu çok iyi bildiğinden, en hayati mücadelesini o alanda veriyor.
Diğer bir gazeteci Mert Taşçıer de, AKP’nin bu hayati mücadelesini, son çıkardığı “Dindar ve Kindar – Milli Eğitimin İflası” adlı kitabında detaylı örneklerle anlatır. Kuran Kurslarında ve benzeri ortamlarda çocuklara yönelik cinsel taciz vakalarından, İmam Hatipleştirilen eğitim sistemine kadar pek çok konuyu kitabında ele alır. Taşçıer, AKP’nin İmam Hatip liselerini Türkiye’nin bürokrat ihtiyacını karşılayacağı okullar olarak gördüğünü ve bunun en bilindik örneğinin de Kartal İmam Hatip Lisesi olduğunu belirtir. Bu sebeple 2019 yılı Cumhurbaşkanlığı Yatırım Programında, İmam Hatiplere ayrılan bütçenin iki katına çıkarıldığı ve bunun fen liselerine ayrılan bütçenin 15 katına ulaştığı bilgisini verir.
Gerek müfredatta gerek idari anlamda yürütülen dinselleşme politikası, sadece İmam Hatiplerde değil diğer devlet okullarında da hız kesmeden devam ediyor. Yine Taşçıer’in belirttiği gibi, din dersi kitaplarında ateist tanımı, “tanrı yokmuş gibi davranan kişi” olarak öğrenciye aktarılıyor ve “tanrı” kavramı, sorguya yer bırakmayacak şekilde bilinçaltına işleniyor.
AKP iktidarının eğitimde dinselleşme kapsamındaki diğer bir girişimi de, sadece İslam dinine ait din derslerinin (Peygamberin Hayatı, Kuran-ı Kerim, Temel Dini Bilgiler) “seçmeli” olarak nitelendirilip müfredata sokulması ve “seçmeli” olması gereken bu derslerin ders seçimi dönemlerinde yoğun bir “yönlendirme” faaliyetiyle öğrenciye zorla seçtirilmesi. Bu durumun en somut örneklerinden biri, Burhaniye Kaymakamlığının okul idarecilerine gönderdiği “seçmeli din derslerinin öğrencilere seçtirilmesi konusunda gerekli hassasiyet ve özenin gösterilmesi” hususundaki 6 Ocak 2020 tarihli resmi yazıdır.
Kara çarşaflı “öğretmenler”…
Hal böyle olunca, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi (DKAB) öğretmeni sayısı da yetmiyor. Öğretmen atama kontenjanlarına bakıldığında, aslan payı verilen kontenjanların başında DKAB öğretmenleri geliyor; buna karşılık yukarıda belirtilen sözde seçmeli din dersleri nedeniyle öğretmen sayısı yetersiz kaldığından, derslere dışarıdan ücretli öğretmenler giriyor.
İşte bu ücretli öğretmen alımı noktasında da yine cemaat ve tarikat bağlantılı kişi ve kurumlar devreye giriyor. Hiçbir pedagojik formasyonu olmayan “hocalar” sadece din derslerine değil, ilkokul düzeyinde de ücretli öğretmen alımıyla sınıflara sokuluyor. Hatta bazen kendilerini kaptırıp kara çarşaflı imam eşleri bile ücretli öğretmen adı altında sınıflara sokulabiliyor. Bkz. Ateist Gazete 35. Sayı.
Uzaktan eğitimde öğretmenlerin ders saatlerini Cuma namazı saatine göre ayarlamalarının istenmesinden tutun, Bursa Osmangazi Zafer Ortaokulunda öğrencilerin Cuma namazına katılması için velilere izin dilekçesi adı altında kağıt imzalatılmasına kadar; müftülerin değerler eğitimi kapsamında okullarda söyleşi düzenlemesinden, Diyanet İşleri Başkanlığı ile MEB arasında gerçekleşen protokolle “okul cami buluşması projesi” kapsamında öğrencilerin toplu namaz için camiye götürülmesine kadar pek çok uygulama, okullardaki sistematik dinselleşmenin örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.
4-6 yaş aralığındaki çocuklar için açılan Kuran kurslarında 2015 yılında 15 bin çocuk eğitim alırken, bu sayı 2020 yılında 181 bin 800 çocuğa ulaşmıştır. 4-6 yaş grubundaki çocukların bilişsel ve psikolojik olarak soyut kavramları anlayabilecek kapasiteye sahip olmadığı gerçeği bir yana, bu yaştaki çocukların sorgulama yetilerini köreltecek şekilde dinî eğitim alması, Diyanet ve MEB’in eğitimdeki dinselleşme hedeflerini somut olarak ortaya koymaktadır.
Diğer bir sorun da, eğitim alanında örgütlenmiş tüm sendikaların hemfikir olduğu bir konu: Eğitim-Bir-Sen’in durumu. AKP’nin yandaş sendikası olarak görülen Eğitim-Bir-Sen’in, MEB içinde çok ciddi bir hakimiyeti var. Bu durum, çeşitli sendikalar tarafından defalarca dile getirildi. Özellikle yönetici atamalarında yaşanan ve iyice ayyuka çıkan “mülakat-torpil” skandalları, basında defalarca yer buldu. (Bkz. Türk-Eğitim-Sen’in Antalya’da gerçekleşen yönetici atamalarıyla ilgili haber.) Özellikle BirGün Gazetesinin 2017 tarihli haberi, konuyla ilgili vahameti ortaya koymaktadır. Haberde Eğitim-Sen’in ele geçirdiği belgede, Eğitim-Bir-Sen’in Hani İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne gönderdiği atama listesinde, öğretmen isimlerinin yanlarına öğretmenle ilgili notların yazıldığı ve hangi öğretmene mülakattan kaç puan verileceği bilgileri yer alıyordu.
Artık “Nutuk” bile yasak
Milli Eğitim sistemi yukarıda örneklerle açıkladığımız haliyle, kanundan ve temel ilkelerden azade kalıp, dini kullanarak siyaset yapan bir partinin at koşturduğu bir yapıya dönüşünce, Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserini yasaklama cüretini gösteren İlçe Milli Eğitim Müdürleri de peyda olmaya başladı. Mersin Çamlıyayla İlçe Milli Eğitim Müdürü Mustafa Bakkal, Atatürk’ün İngiltere’ye kaçan son padişah Vahdettin’e yönelik sarf ettiği “soysuzlaşmış, alçak” sıfatlarını içerdiği gerekçesiyle Nutuk’un öğrencilere dağıtılmasını yasakladı. Ne yazık ki Milli Eğitim sistemi içinde bu kafa yapısına sahip idarecilerin sayısı hiç de az değil. Koşulların elverişli olmasını fırsat bilip kendilerini kaybedenler, bu tip hadsizliklere yeltenme hakkını kendisinde görüyor.
Kaynayan Kurbağa…
Bu yazıya sığdıramadığımız daha nice örnek olduğu bilinmelidir. Lakin buraya kadar sunulan örnekler bile Milli Eğitim sistemimizin, Anayasada ifadesini bulan laiklik ilkesine ve Türk Milli Eğitimi Temel Kanununun 2. ve 4. maddelerine aykırı bir şekilde, belirli bir dinin hakimiyeti altına girdiğini göstermeye yeterlidir. 4. maddeye göre, “eğitim kurumları, din ayrımı gözetmeksizin herkese açıktır.” Ancak görüldüğü üzere, herhangi bir din dayatması olmaksızın laik ve bilimsel bir eğitim vermesi gereken okullar, İslam dinini yayma kurumlarına dönüştürülmüştür.
Düzenlenen konferanslarda ve değerler eğitimi adı altında gerçekleşen projelerde, din derslerinde İslam dininin Sünni mezhebine yönelik tebliğler yapılmakta; buna karşıt düşen herhangi bir söylem de cezalandırılmaktadır. Bunun son örneği, yazının girişinde okuduğunuz ve Türk Milli Eğitimi Temel Kanununa aykırı olarak gerçekleşen olaydır.
Bu gidişatı durdurabilecek, okulları yeniden Atatürk’ün “ilim ve fen” hedefine yönlendirebilecek tek güç, öğrenci velileri ve öğretmenlerdir. Ancak ne yazık ki veliler örgütlü değil; dahası çocuklarının dışlanması ve mahalle baskısına maruz kalması korkusuyla çoğu zaman din gibi hassas konularda sessiz kalmayı yeğliyorlar.
Öğretmenlere gelirsek; elbette sendikal mücadele içinde aktif olan öğretmenler, KHK kıyımına ve sürgün gibi baskılara rağmen, Atatürk ilke ve devrimleri kapsamında laik, bilimsel, demokratik ve kamusal eğitimi savunmaya devam ediyor. Fakat örgütlü öğretmenler, sayıca çok azınlıkta kalan bir kesim.
Kaynayan Kurbağa Sendromunu artık hepimiz biliyoruz. Zira veliler, öğrenciler, eğitimciler ve tüm vatandaşlar olarak o kurbağanın ta kendisiyiz artık. Suyumuz da gittikçe ısınıyor…