Gün geçmiyor ki toplumsal çürümenin trajik etkileri ülkemizdeki çocukları ve gençleri hayattan koparmasın. Geçtiğimiz aylarda Diyarbakır’da 8 yaşındaki Narin Güran’ın kaybolması ve ardından bir dere yatağında cansız bedeninin bulunması, toplumda derin bir acıya ve öfkeye neden oldu. Soruşturma sırasında ortaya çıkan bilgiler, suçun aile üyeleri ve yakın çevre tarafından işlendiğine dair ciddi şüpheleri güçlendirdi. Tüm delillere rağmen cinayetin aylardır çözülememesi, adalete güvenen insanları adeta isyan ettirdi. Bu trajik olay, toplumsal adaletin sağlanması ve bireylerin güvenliğinin temin edilmesi için hukuk ve yargının nasıl bir zeminde şekillenmesi gerektiğini gözler önüne sermekle birlikte, seküler yaşam tarzının adaletin işlemesi konusunda ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu da göstermektedir.
Seküler bir toplumda devlet, tüm bireylerin din, dil, ırk ya da cinsiyet ayrımı olmaksızın eşit muamele gördüğü bir yapıyı hedefler. Hukuk sisteminin din ya da toplumsal baskıdan bağımsız işlemesi, olayın tarafsız ve objektif şekilde ele alınmasını sağlar. Bu tür bir düzende adalet, dini referanslardan etkilenmez; kanıtlara dayalı bir süreç işletilerek, suçu işleyen kim olursa olsun yasal çerçevede bir karşılık bulur. Bu, toplumun güvenini güçlendirir ve özellikle çocuklar, kadınlar gibi savunmasız grupların korunmasında önemli bir güvence oluşturur. Ancak Narin cinayetinde, laik devlet içerisinde seküler olmayan, dini temellere, gelenek ve göreneklere göre yaşayan ve adalet anlayışını bunlar üzerine kuran bir topluluk görüyoruz. Öyle ki cinayetin hâlâ çözülememesinin ve adalet mekanizmasının çok yavaş işlemesinin en temel sebeplerinden biri de budur.
Din veya törenin yoğun etkisi altındaki toplumlarda, aile içi suçlar ve istismar gibi olaylar bazen toplumun baskısı ya da “aile onuru” gibi gerekçelerle gizlenmeye çalışılır. Narin’in cinayetinde olduğu gibi, aile üyelerinin suç örtbas etme çabaları ya da toplumsal baskının gerçeği saptırma riski, seküler olmayan topluluklarda daha belirgindir. Seküler olmayan bir düzende, toplumsal normlar, inanç ya da töre üzerinden kurulan baskılar adaletin sağlanmasını zorlaştırabilir. Bu, adaletin eksik işlemesi, mağduriyetin artması ve toplumun güven duygusunun zedelenmesine neden olur. Narin’in yaşadığı topluluk seküler bir yaşam tarzına sahip olsaydı, töre, din baskısı ve geleneklere göre hareket edip susmak yerine adaletin işlemesi için elinden geleni yapardı.
Sonuç olarak, Narin Güran’ın davası, toplumsal düzenin seküler bir yapı üzerine kurulmasının önemini bir kez daha gözler önüne serdi. Seküler bir yaşam, bireylerin korku ve baskı altında kalmadan kendilerini özgürce ifade edebilmesini ve adaletin herkes için eşit şekilde işlemesini sağlar. Bu tür olayların önlenmesi ve toplumun vicdanını rahatlatacak adımların atılması, seküler bir yargı ve toplum yapısı sayesinde mümkün hale gelir.
Haber Kaynağı